10 Mayıs 2011 Salı

Çocuk Ve Masumiyet

Midas denilince akla ilk gelen şey, O’nun, dokunduğunun altın olmasını dilemesi ve elbette eşek kulaklarının oluşmasıdır.

Başlıktaki “masumiyet” kavramından yola çıkarsak, çok masum bir dilektir Midas’ın dokunduğu her şeyin altın olmasını dilemesi. Üstelik, bunun gerçekleşmesi için her şeyi yapar Midas.

Sevgili Frigya Kralımız, akıllı olmasa da, kurnazlığını kullanan biridir. Ve ne yalan söyleyelim, her ikisinin bedelini kendisi ödemiştir.

Günlerden bir gün, köylüler bağlarında Dionisos’un sevgili dostu, yaşlı Silenos’u bulurlar. Yolunu kaybetmis, yorgun düşüp bir asmanın altında uyuyup kalmıştır. Her zamanki gibi sarhoştur. Köylüler onu tepeden tırnağa güllerle süsleyip Midas’a götürürler. Böyle bir konuğa sahip olmak Midas’ı oldukça mutlu eder. Sonunda düşlerini gerçekleştirecek bir armağan gibidir. Köylüleri ödüle boğar, gönderir.

Silenos, Midas’ın sarayında on gün on gece ağırlanır. Ne de olsa mutlu olması gerekir bu ihtiyar konuğun. Hani kaz gelecek yerden…

Masum bir istektir bu…

Sonunda Midas, Silenos’un elinden tutar arabasına bindirir ve Dionisos’a götürür. Dionisos, dostuna yeniden kavuştuğu için çok mutludur. Öylesine mutludur ki “Midas, dile benden ne dilersen!” deyiverir. Midas’ın masum dileği çoktan hazırdır.

“Dokunduğum altın olsun!” der bir hamlede, sözcükleri unutmamak için. Olur ya şaşırıverirse, neler olmaz?

Dionisos, alaycı gülümsemesiyle onun dileğinin yerine geldiğini söyler. Bu gülümsemenin altında Midas’ın masumiyetinin tükenişi de vardır, çünkü Midas öyle bir şey dilemiştir ki, sınırı yoktur. Bunu zaten yemek yemeye kalktığında öğrenir. Üstelik bir de en sevdiği kızı ona gelip sarılıvermiştir. Midas’ın dokunduğu her şey altındır artık.

Yeniden Dionisos’a koşar Midas ve aman diler, “N’olur beni bu dertten kurtar” der. Dionisos ona,  Paktalos ırmağına gidip yıkanmasını söyler. Midas gider yıkanır. Arınmıştır.

Masumiyet, Midas’ın dileğinden yola çıkarsak, öyle pek cici bir kavram gibi durmaz karşımızda. Aslına bakarsanız, Midas’ın dileklerini kim dilemez ki? Herkesin dilediği niye masum olmasın ki? Olur mu ki?

İlk baktığımızda ne denli masumdur değil mi Midas’ın dilekleri? Ama sürece bakarsak, bu dilek öylesine korkunç bir gerçeği (insanın açgözlülüğünü) içinde taşır ki böylesine bir nitelikten arınmak gerekir. Dionisos da onun arınmasını sağlar.

Bir çocuk da dokunduğu her şeyin çikolata olmasını dileyebilir. Ne kadar masum istektir değil mi bu? Böyle bir öykü okumuştum. Çocuk baktığı her şeyin çikolata olmasını istiyordu. Oluyordu da. Ama sonunda (öyküde Dionisos olmadığı için) çocuk bu yeteneğinden kurtulmak için onu verebileceği bir çocuk arayıp duruyordu. Hasılı bir arınma, yani masumiyete geri dönüş gerçekleşmiyordu ne yazık ki.

William Golding’in Sineklerin Tanrısı romanı, o döneme kadar baskın olan bir çocuk anlayışını alt üst eden bir iddia içerir. Çocuk asla masum bir varlık değildir. Üstelik bunu romanın örgüsü öylesine kanıtlar ki çocuğa bakışınız değişir. Çocuk cinayet işler, yangın çıkarır, arkadaşlarını iktidar hırsıyla yok eder. Sözün özü “çocuk asla masum değildir.”

Tek tanrılı dinler çocuğu belli bir döneme kadar masum sayarlar. Ancak, Hıristiyanlık başlangıçta buna pek izin vermemiştir. Çocuğun bir günah ürünü olduğunu iddia etmiş ve bu nedenle çocuğun masumiyetini kabul etmemiştir. Aziz Augustin, “Günahla tohumum atıldı, günahla annem beni karnında taşıdı, o halde nerede ve ne zaman masum oldum sör?” diye seslenir. Vaftiz, bu süreçten arınmayı temsil eder. Çocuk ancak vaftizden sonra masumiyetine kavuşur. Ancak, süreç masumiyeti sonsuz kılmaz, hatta olabildiğince erken bitirir bu masumiyet dönemini.

Dinsel göndermeleri fazlasıyla yoğun olan Pollyanna’da, kız çocuğu masumiyetin en üst örneğini temsil eder. Aslına bakarsanız “masumiyet ya da saflık” sembolü olarak tanımlanmaya kalkılan Polyanna’nın normal koşullarda çok “salak” (eminim çok kişi bu sözü söyledim diye kızmıştır; ama ne yapalım ki gerçektir) bir çocuk olduğunu da söylemek mümkündür ancak, metnin alt gerçekliğinde Pollyanna, çocuk değil, çocuk masumiyetine bürünmüş bir melektir. Burada bir özdeşim talebi vardır.

Ömer Seyfettin’in Kaşağı’sında, kahramanımız kırdığı kaşağının suçunu kardeşi Hasan’ın üstüne atar. Baba öğrendiği ve içselleştirdiği geleneksel anlayışların etkisiyle büyük oğlanın söylediklerine inanır. O büyüktür ve artık hata yapma dönemini atlatmıştır. Oysa Hasan daha küçüktür ve hata yapacaktır. Bu önbilgi (yargı değil) babayı yönlendirir. Bu yönlenme, hata yapabilmesi mümkün olan; ancak çocuk olduğu için masum sayılabilecek Hasan’ın doğru söylemesi karşılığında bağışlanmasını da kendi içinde saklı tutar. Ne yazık ki Hasan doğruyu (babasının beklediği doğruyu değil) söyler ve bu doğru onun masumiyetini ortadan kaldırır.

Hasan, hiç hak etmediği halde cezalandırılır. Masumiyetin çöküşüdür bu. Oysa içselleştirilmiş önbilgiler olmasaydı, belki de Hasan’ın suçsuzluğu anlaşılacak onun masumiyeti arkasına sığınılarak yapılan eylemler de kendi gerçekliği içinde çözümlenebilecekti.

Hasan öykünün sonunda ölür. Geriye kalan suçluluk duygusudur artık.

İyi de, niye masumiyet ve suçluluk duyguları içinde salınıp dururuz ki?

Bilmez miyiz “masum değiliz hiçbirimiz”? (Sezen Aksu göndermesi)

Bilmez miyiz kendi aklımızı kullanma cesareti göstermeyi?

Hadi masumiyeti konuşalım.

Kendimizi masun saymadan.


Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

1 Mayıs 2011 Pazar

Çocukları Bir Özne Olarak Görmek Kolay Öğrenilen Bir Şey midir?

Antik Çağda orta yaşlı bir kadın, genç ve beş çocuklu bir başka kadına kendi yaşam deneyimlerini aktarırken şöyle der: “Çocuklarını sakın sevmeye kalkma çünkü zaten ölecekler”.

Hoş bir şey midir bu söylenenler? Değildir elbette. Peki ama kadın doğruyu mu söylemektedir? Evet, doğruyu söylemektedir.

Vebanın, hastalıkların, açlığın, savaşların, göçlerin, düzensizliğin, doğa olaylarının en acımasız haliyle yaşandığı o dönemlerde insanın varlığı ve varlığını sürdürmesi tüm bu zorlukları aşabilmesine bağlıydı.

O dönemde, belki de o genç kadınla çocukları arasındaki tek bağ sevgi olacakken, bu da, verilen tavsiye ile elinden alınıyordu.

Kesin olan şuydu ki, çocuklarla kadın arasında hiçbir zaman güçlü bir bağ oluşmasına zaman  olmayacaktı.

Hamile kalmışsa, kendini istilalardan, salgın hastalıklardan, sel ve depremlerden koruması gerekiyordu. Haydi bunu atlattı ve doğurdu diyelim, bu kez de doğan çocuğu önce bunlardan sonra da açlıktan koruması onun ek sorumluluğuydu. Elbette çocuğu beslemek için kendini de besleyebilmesi önemliydi.

Şansı yolunda gitti diyelim, ilk yılları atlattı, her şey çok güzel. Artık aklından çocuğunu gönlünce sevmek geçiyor. Aksiliğe bakın. Çocuk  hastalandı. Hastalığına tanı koyacak doktor yok. Doktorlar zaten o dönemde çocuklarla hiç ilgilenmezdi ki.

Tam “artık çocuğumu sevebilirim” diyordu ki bu kez hastalık geldi ve onu alıp götürdü.

Evet, bu ve benzeri felaketler yüzünden o kadın çocuklarını sevme cesaretine hiç sahip olmadı.

Hatta derler ki yüz nesil anne ve çocuk bu felaketlerin hepsini yaşadı.

Sonra?..

Sonra ne mi oldu?

Uzun yüzyıllar süren bir sürecin ardından çocuğun ve kadının bir özne olduğu gerçeğiyle karşılaştı insan. Bunu kabullenmek öyle pek kolay olmadı. Aslında kabullenmenin tam olarak gerçekleştiğini söylemek de pek olası değil.

Çocukları bir özne olarak görmek kolay öğrenilen bir şey değildir. Ancak, toplumsal rol ve görev paylaşımında “ben bunu öğrenmedim” diyemeyecek alanlar vardır. Bu alanlar, uygarlık ve kültürel gelişmelere paralel olarak genişler.

On dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar doktorlar çocuk hastalıklarını tanımlamışlar ancak çocukları tedaviyi reddetmişlerdir. Neden olarak da çocukların kendini ifade edememesini göstermişlerdir.

Günümüzde çocuklar yine kendilerini ifade edememelerine karşın bilim dalının gösterdiği gelişmeler onların hastalıklarını tedavi edilebilir kılmıştır, kılmaktadır.

Bebekler kendilerini sadece sesler çıkararak ifade ederler. Ama yine de anlaşılır olduklarını söylemek zordur. Bu nedenle en çok annelerine gereksinme duyarlar. Ve de daha önemlisi annelerine en çok karınlarındayken ihtiyaç duyarlar. Onları oradan zorunluluk olmadıkça erken almak tanımlanamaz bir davranıştır.

Çocuklar, sırtlarından para kazanmak üzere nesneleştirilemezler.

Onları eğlence nesnesi yapamazsınız.

Onları narsizminizin nesnesi yapamazsınız.

Onları cinsel nesne yapamazsınız

Onları size ait olduklarını düşünerek şiddet nesnesi yapamazsınız

Onların bedenlerini henüz doğmamış ya da doğmuş halleriyle kendi kazanç hırsınızın nesnesi yapamazsınız.

Dahası onların bedensel sağlıklarını ve yaşamlarını asla ve asla kazanç nesnesi yapamazsınız.

Onlar size direnemezler. Tek yapacakları çaresiz bakmak olacaktır. O bakışları umursamayıp, bebeklerin çaresizliklerini kendi zaferi olarak görmek ve onu nesneleştirip maddi çıkar sağlamak  insanlıktan çıkmaktır.

Hele ki bunu, onları yaşatmak üzere yemin etmiş olanlar yaparsa, bunu tanımlamak söz konusu olamaz.

Tanımlayamazsınız çünkü, bunu tanımlamaya kalktığınızda onu sığdırabileceğiniz ne meslek etiği vardır, ne de toplumsal bir ahlak anlayışı.

Böylesi bir davranışı suç olarak tanımlamak bile onu onurlandırmak olur. Böyle bir durumda toplum, olayı yapanları değil olayın kendisini sorgulamakla yükümlüdür. Çünkü yaşananların kökeni bir yerlerde yapılmış bir hatada saklı olabilir.

O zaman kendimize şu soruyu mutlaka sormamız gerekir: “Benim bu suçtaki payım nedir?”

Ben, bu saydıklarımın bir insan (insanlığın bir parçası) tarafından yapılabileceğine inanmıyorum. Düşünmek ve gerçekleştirmek bir yana, olabileceğine inanmak bile bir insanlık suçu olurdu.

Ama galiba son söylediğim suçu (inanmak) işlemek üzereyim.




Kaynak gösterimi:  www.0-18.org

27 Şubat 2011 Pazar

Kız Çocuklar Bizim Neyimiz Olur?

Ya da kız çocuklar, kadınlar, anneler; onlar onlara ne kadar sahip çıkıyorlar?

Belki de binlerce yıldır var olan soruları soruyorum. Binlerce yılda binlerce kez sorulmuş, binlerce yılda binlerce kez yanıt aranmış; ama yanıt vermesi gerekenlerin baş ve boyun eğmeleriyle hep vazgeçilmiş soruları ve yanıt yumağını bir de ben karıştırsam çok mu olur?

Biliyorum! Bu soruları sormam çok olduğumun ayrı bir göstergesi olacak.  Özellikle kadın okurlar - ve erkek okurlar da- belki böyle bir soruyu sormanın uyuyan devi uyandırmak anlamına gelebileceği endişesiyle bana fazla ileri gittin de diyebilecekler.

Kız çocuklar bizim neyimiz olur?
İyi gözle bakarsak eğer,
1. kızımız nazımız
2. bacımız
3. anamız
4. yarimiz
5. arkadaşımız
6. can yoldaşımız
olur deriz.

Toplumsal (erkeğin ve de muhtemelen kadının) bilinçaltında –bir yerlerde- yatan gözle bakarsak, ilk altıyı kendimizi korumak için söyleriz ve, hizmetçimiz, kapatmamız, metresimiz, tarlada işçimiz, mutfakta aşçımız, kölemiz, hedef tahtamız, malımız, kum torbamız sözcükleri kültürel bilinçaltında dolanır da dolanır.

Bu saydıklarımız erkek tarafından bakıştı ve kimsenin sanırım yadırgamayacağı tanımları ortaya koyduk. Bu tanımların belli bir yer değil, tüm tarihsel süreç boyunca her yer ve zamanda karşımıza çıkması muhtemel tanımlar olduğunu söylemeliyiz.

Bunlar yazılı ve görsel tüm metinlerde zaman zaman karşımıza çıkarlar ve bizler bunu biliçaltı kültürümüze dayanarak reddetmeksizin izleriz. Bu aynı zamanda kültürel bir kodlanma ve kültürel taşıma süreci olarak tanımlanır.

Bizim bu metinde özellikle altını çizerek görünür hale getirmeye çalıştığımız konu, var olanı saptamak değil, aksine belki de şu ana kadar pek konuşmadığımız bir alana açılmak şeklinde düşünüldü.

Sanırım şu sorular aykırı gibi gelse de sorulmalı diye düşünüyorum;
1. Kadınlar kadın haklarına ne kadar sahip çıkıyorlar?
2. Kadınlar kadınların sorunlarına ne kadar sahip çıkıyorlar?
3. Kadınların erkeklere karşı olan sorunlarında, erkeklerin kadınlara karşı olan sorunlarındaki dayanışmayı acaba ne kadar gösterebiliyorlar.
4. Kadınlar kız çocuklarına eşitlikçi bir yaklaşımı ne kadar öğretebiliyorlar? Ya da şöyle sorabiliriz: Gerçekten öğretmek istiyorlar mı?
5. Kültür taşıyıcısı onlar olmalarına rağmen niye kadın haklarını da taşıyamıyorlar?
6. Kadınlar, erkek çocuklarına gösterdikleri bir değer oldukları duygusunu acaba aynı eşitlikte kız çocuklarına verebiliyorlar mı?
7. Hayatın içinde eşitlikçiliği savunan kadınlar, erkekler karşısındaki bu yaklaşımı aynı şekilde oğullarına gösterebiliyorlar mı? Yoksa “bütün erkekler kötüdür oğlum hariç” diye mi düşünürler?
8. Kadınlar kız çocuklar suç işlediklerinde onları en şiddetli şekilde suçlar ve toplum dışı bırakırken aynı şeyi oğulları yaptığında niye gururla “Bu onun elinin kiri. Yıkar çıkar” diyebilirler. Kendi hemcinslerine duyulan bu öfke nedendir?
9. Ve en önemli soru: Kadınlar oğulları -her ne nedenle olursa olsun- öldüklerinde veya öldürüldüklerinde aylarca başlarını çatıp matem tutarlarken bunu neden -aynı şekilde her ne nedenle olursa olsun- ölen ya da öldürülen kızlarına çok görürler.

Bunu yapmalarının tek nedeni salt korku olmasa gerek. Çocuğuna duyulan sevgi, tüm korkuları aşan bir güçtür. Acaba kadınlar kızlarını sevmemeleri gerektiği kodlamasıyla mı yetiştirilirler ya da kadınlar kızlarını gerçekten sevmezler mi?

Bilirsiniz baba oğul çatışması hep konuşulur ama anne-kız çatışması pek gündemde değildir. Bu soruları bana okuduğum bazı edebiyat metinleri, yaşamın içinde tanıklığını yaptığım olaylar sordurdu. Amacım kesinlikle bir suçluluk alanı yaratıp rahatlamak değil, tersine o kız çocukların haklarını daha net gündeme getirmek.

İşte bu yüzden bu sorular yüzlerce yıldır yaşanan bir gerçekliği sorgulamak için gerekli değil mi?

Belki de böylece, kadın ve erkek ilişkilerinde ve de kadın-kadın ilişkilerinde bilinç altına işlemiş davranış kodlarını, kültürel kodları sorgulamadan, salt yaşananları tartışıp bir sonuca varmayı ya da en azından yola çıkmayı başaramayacağımızı görmüş oluruz ve buna göre yeni bakış açıları geliştirebiliriz.

Gelecek yazılarımızda edebiyat metinlerinde kadının yerini ve özellikle genç kız edebiyatını ele almak dileğiyle...


Kaynak gösterimi: Neydim, N., www.0-18.org, Sen Islık Çalmayı Bilir misin?

16 Ocak 2011 Pazar

Kaçmak, Yaklaşmak mıdır? Uzaklaşmak mıdır?

Kaçmak… Sözlük anlamı; ‘kimseye bildirmeden bulunduğu yerden ayrılmak, firar etmek, koşarak saklanmak’ olarak karşımıza çıkıyor. Tanıma bakarsak, bir sorun, bir sıkıntı sonrası savunma davranışı olarak görülüyor.

İnsan neden kaçar? Doğasında mı vardır, yoksa öğrenilen  davranış biçimlerinden midir? Bunlara verilecek yanıtlar sadece bir sorundan kurtulma çabasıyla sınırlı kalmadığı fikrine götürebilir bizi.

İnsan, doğası gereği keşfetmek ister. Bebekliğinden başlayarak meraklarıyla büyür. Öğrendikçe, keşfettikçe bir yenisi gelir ve yaşam boyu sürer keşifler. Sürmezse, o zaman sorun vardır işte.

Hayatın akışına kendini bırakan insan an gelir bir engele çarpar. Doğrulup kendine yeni bir yön vermediğinde, veremediğinde ve hayatını yenileyemediğinde, küser, içine kapanır ya da kaçar, ya da her ikisini birlikte yapar.

Başka yerler, başka duygular, insanlar, canlılar; hatta bambaşka sorunların bile hayalini kurar. Yeni bir kendi olmak ister. Başkalarına öykünür.

... gibi olmak ister.

Ardı ardına izlenen filmler, diziler, oyunlar, magazin haberleri; şarkılarla kendinden geçmeler…

Hepsi kendince birer kaçış değil midir ?

İnsan soluk aldığı sürece beynindeki kaçma düşüncesi kaçınılmazdır. Ne de olsa o bir ölümlüdür ve ölümlüler hep kaçarlar.

Oysa kaçış yoktur gerçeklerden.

Belki de tüm bunlar, bu hazin son karşısındaki çaresizliği unutma çabalarıdır ve isyandır aynı zamanda.

Olumlu-olumsuz, zamanlı- zamansız kaçar ya da kaçma isteğimizi başka bir yere yönlendiririz. Düş kurar, umarız. Duygularımız kaçar. Evet, uzaklaşırız, bir süreliğine kendimizden.

Uzak ne kadarlık bir mesafedir ki? Az gider uz gideriz; bir arpa boyu yol gideriz. Dönüp bakarız; belki de dönmemize bile gerek kalmaz. Uzak aslında yakındır ve karşımızdadır.

Uzaklık göreceli ve geçicidir, çünkü yeni durum bir süre sonra eskisinin yerini alacak, uzaklaşılan,  kaçılan, vazgeçilen, görmezden gelinen şey ya da şeyler vardığımız noktada yaklaştığımız ve yaklaştıkça tanımlayabildiğimiz şeyler olacaktır.

Yeni gerçeklikler; yine yüzleşmekten kaçacağımız.

Kaçmak için sorgulamayı bilmek gerekir ve onunla başlar süreç; ama çaresizlik doğurmuşsa, bu süreç, kaçmanın nedenleri oluşmaya başlamıştır. Yine de umut bir yerlerde saklanmıştır. Ortaya çıkmayınca, isyan kendini görünür kılar. Aslında umut olmasa kaçmaz ki insan.

İçinde umut oldukça da her kaçış bir ‘yaklaşma’ dır.

Bu yıl çocuklarımıza dönük hangi umutları taşıyoruz içimizde? Çocukların yaşadığı hangi sorunları görmezden geldik, yani kaçtık ya da kaçarken ona yaklaştık?

Kaçmak ona yaklaşmak mıdır?
Yoksa bu bir düşünsel teselli midir?

Bu metni, yazmayı düşündüğüm ama düşündükçe kaçtığım, sözün tükendiği yer dediğim “kız çocuk (töre(!)) cinayetlerine dönük bir ilk iç hesaplaşma olarak oluşturdum. Bunu daha ayrıntılı tartışmak ve “kız çocukları bizim neyimiz olur?” sorusuyla başlamak gerekir diye düşünüyorum.


Kaynak gösterimi: Neydim, N., www.0-18.org, Sen Islık Çalmayı Bilir misin?