27 Eylül 2010 Pazartesi

Sen Islık Çalmayı Bilir Misin?

Yıllar öncesi, ama daha dün gibi. Bir arkadaşım vardı, adı Ahmet. Evlerimiz karşı karşıya olsa da  yakın değildi. Epey uzaktı.

Ahmet hem okul arkadaşımdı hem de mahalle arkadaşım. Dahası can arkadaşımdı. Sırdaşımdı. Dostumdu. Paydaşımdı.

Onunla ıslıkla haberleşirdik. Eve gelen hemen ıslık çalar ve ıslığın tonu o günün nasıl geçtiğini anlatırdı. Önemli bir şey varsa mutlaka bir araya gelir paylaşırdık. Öyle zırt pırt dışarı çıkmasına izin vermezdi babası. Bu nedenle ıslık çalmak çok işimize yarardı. Kendimize bir dil oluşturmuştuk.

 Ahmet bütün ders notlarını çok güzel tutardı. Kitaplarını hiç eskitmezdi. Benim bir üst sınıfımda olduğu için onları bana verirdi. Ben de onlar için para harcamadığım gibi tutulan notları çalışarak kendimi daha güvende hissederdim.

Babası Ahmet’in okumasını istemezdi. Onu iki yıl okula göndermemiş, tarlada çalıştırmıştı. Ahmet, üçüncü yıl ne yapıp edip okula kaydını yaptırdı. Bunun için çok dayak yedi babasından, ama direndi. Sonunda kazanan o oldu. Üniversiteye girdi ve dört yıl sonunda okulu başarıyla bitirdi. Bu süre boyunca babası yine onu hiç desteklemedi. Okulunu hiç önemsemedi. Onu hiç önemsemedi. Ya da öyle  davrandı.

Bir sabah Ahmet, tüm bu engellere karşı kazandığı zaferini taçlandıracak şey olan diplomasını almak için hazırlık yapıyordu. Duş almak için banyoya girdi. Ayağı kaydı ve başını  küvetin kenarına çarptı…

Babası, o günden beri elinde Ahmet’in resmi önüne gelene onu anlatır. Annesi de beni her gördüğünde  “yavruuum Ahmet’im gelmiş!” diye dizlerine vurur.

Ahmet,i hiç unutmadım. Dostluğunu, özverisini, paylaşımcılığını, zorluklara direnme hırsını ve gücünü. O son anına kadar yaşamın içinde olan ona sıkı sıkıya tutunan biriydi.

Hep bir şeyleri aşma tutkusu vardı içinde. Babasının ceza diye gönderdiği tarlaya koşarak giderdi. Bu koşma becerisi ona 10.000 metre birinciliği getirmişti.

Türk filmlerinin jönlerini çok iyi taklit ederdi.  O zamanlar jöle yoktu. Saçlarımıza limon sürerdik.
İşte o saçlar artık beyazlaştı. Büyüdük…

Ama Ahmet hiç büyümedi. O sevimli yüzüyle anılarımda.

Onu anlatan bir şiir yazmıştım. Hatta bu şiirin ismini de kitabıma koymuştum.


SEN ISLIK ÇALMAYI BİLİR MİSİN?

Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş?
Hani paroladır
Arkadaşını çağırırken
Zili çalmak yerine
Islık çalarsın

Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş?
Yalnızlığını unutturan
Şarkılar söylersin
Kimi hüzünlü
Kimi neşeli

Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş
Korkularından kaçıp
Sığındığın limandır
Gece karanlığında
Issız sokaklarda

Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş
Çal öyleyse
Dostum gelmiş diyeyim
Yalnızlığım yok olsun
Korkularım bitsin
Güneş doğsun
Gece yüklü ıssız sokaklarıma

Evet. Sanırım bu şiirle süresini sizlerin belirleyeceği bir paylaşma sürecini başlatıyoruz. Ben sizlere, sizlerin olduğu  metinlerle seslenmek, uzaktan da olsa ıslık çalmak istiyorum. Belki birbirimize söyleyecek çok şeyimiz vardır.

“Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş
Çal öyleyse
Dostum gelmiş diyeyim”

Merhaba!
Necdet Neydim