19 Aralık 2010 Pazar

Çocuk ve Düş

“Niye hep karşıma çıkıyorsun?”
Diye sordu çocuk.
“Çünkü senin
Geleceğini planlıyorum,”
Diye yanıtladı düş
“Bana sormadan olmaz
Dedi çocuk”

Düşlerin özgürce kurulduğu düşünülür çoğu zaman. Oysa öyle midir diye düşünmek gerekir. Düşlerimizi belirleyen biz miyizdir; yoksa onu oluştururken kullandığımız malzeme daha önceden elimize (elbette beynimize) verilmiş midir?

Anne karnında başlamaz mı düş kurma? Annenin sesi, babanın sesi, çevrenin sesi, o seslerin tonları, inişleri, çıkışları; sıcaklığı, soğukluğu; sertliği, yumuşaklığı bizi belirlemeye başlamaz mı?

Dünyaya çığlıklarla geliriz. Kendi sesimizi duymak bizi etkiler. Kendimizi fark ederiz. Bir tene dokunmayı, kendimizi beslemeyi, tat almayı, koklamayı, duymayı, dahası görmeyi öğreniriz.

Sesler, renkler, kokular, tatlar ve şeyler. Şeyler, dokunduklarımız mıdır? Renklerini ayırt edebildiklerimiz midir? Kokusunu hissedebildiklerimiz midir? Tadını alabildiklerimiz midir? Kendi evrenimizde duyduğumuz mudur? Yoksa bunların hepsi ve de hiçbiri midir?

Bir düşünün!

Bizi belirleyen, biçimlendiren her etki, bu duyuları hiç aksatmadan süreci götürüyor.

Görme, işitme, tatma, dokunma, koklama duyularını doyurmaya ya da onları uyarmaya dönük tüm koşullandırmalar, bilinçaltına doğallıkla yerleşip sonrasındaki tüm taleplerimizi belirleyen nedenleri oluşturuyor.

Modern araçları en uç özellikleriyle kullanırken acaba ilkelliğimizin de en uç noktasına mı ulaşıyoruz?

Şu anda dış dünyaya dönük tüm taleplerimiz içgüdüsel taleplere dönüşmedi mi?

Biz miyiz isteyen? Yoksa istettiriliyor muyuz?

Gerçekten hangisinin kararını biz verdik?

Reklamları izliyorum. Evrensel değerlerden öylesine güzel söz ediyorlar ki, kıskanıyorum. Belleğim mi yanılıyor bilmiyorum; ama onlar zaten bizim değil miydi? İyi de, şimdi niye başka şeylerle özdeşleşip bana geri dönüyorlar ki?

Biz onları nerede kaybettik?

Yoksa hiç sahip olmamış mıydık?

Çocuklarımızın özgürce düş kurabildikleri bir dünyayı düşleriz hep.
Peki, bunu gerçekleştirmek için onlara nasıl özgürce düş kurulabildiğini mi öğreteceğiz; yoksa bunu kendilerinin öğrenmelerine izin mi vereceğiz?

İyi de biz izin versek, başkaları izin verecek mi?

Düşünüyorum.

Düşünüyor

Düşün

Düş.


Kaynak gösterimi: Neydim, N., www.0-18.org, Sen Islık Çalmayı Bilir misin?

5 Aralık 2010 Pazar

Sizin Adınız Ne? Kim Koydu Bu Adı?

Bizim evin mutfak penceresi karşı komşunun mutfak penceresiyle birlikte onların banyo penceresine de bakar. Bu görüntüyü farklı ve ilginç kılan ise, banyo penceresinin boşluğuna  yıllardır yerleşik olan kumru yuvasıdır. Her iki üç ayda bir oraya kumru ailesi gelir, yumurtasını bırakır kuluçkaya yatar.

Bir keresinde eşimle birlikte  bu süreci izlemeye karar vermiştik. Yuvayı oluşturmaları, yumurtlama, kuluçka dönemi, yavrunun ortaya çıkışı, büyümesi ve uçmayı öğrenip yuvadan ayrılması.

İşte o sabahlardan bir sabahtı. Gözlerimizi dikmiş anne kumrunun göğsünün altındaki yumurtaya bakıyorduk.  Anne o gün yavrunun geleceğini anlamış bekliyordu. Minik yumurtadan tık tık seslerini duyar gibiydik.

O da ne?  Yavrunun gagası kabuktan sıyrılmış kendini gösterivermişti. Birkaç gaga darbesi ve yumurtanın kabuğunun tam kırılması ve merhaba yaşam!

Islak tüyler, çirkin sevimli bir görüntü, ilk gaga açış ve beslenme saati.

Şartlanmışlık mı? Annelik duygusu mu? Yaşamın sürmesi gerekliliği mi? Sevgi mi? Doğanın biçtiği sorumluluk duygusu mu? İçgüdü mü? Hepsi mi?

Anne günün belli saatlerinde geliyor ve yavrunun açtığı ağzına gagasını sokup kursağındaki tüm yiyeceği boşaltıyordu.

Beslenme, barınma, güvenlik…
Sevgi, ilgi, sıcaklık…
Var mıydı? Vardı.

Hadi yavruya bir isim koyalım. Koyalım da ne koyalım?
Gugukcuk, Bıdıkcık, necik?

İyi de biz niye isim koyuyoruz ki? Onun annesi babası yok mu? Onlar kumru ne anlar mı diyelim?

Hani hepiniz bilirsiniz yaşarsınız. Aileler çocuklarına isim koyarlar ama genellikle o isimle hiç hitap etmezler. Yavrusu, canısı, bebeğim, çiçeğim, aslanım, koçum, prensesim, meleğim, bir tanem, nar tanem, gözümün nuru, canımın içi, civcivim, kartalım yanında isimler kısalarak yapılan seslenişler de bizi kuşatır:

Neco, selo, fato, neloş, meloş, mumu, mimi, mini, leyloş nufusta yazmayan ama yaşamımızı kaplayan isimlerdendir.

Kimin ismi, konulduğu amacı simgeler ki?
“Adın ne? demişler.
- Mülayim.
- Sert olsa ne yazar.” derler.

Anlamı mı önemlidir; yoksa o isimle bize seslenen sevdiklerimizin ona yükledikleri anlam mı?

O zaman ismin anlamından çok ona yüklenen anlamlar önemlidir diyebilir miyiz? O zaman bize ancak sevdiklerimiz isim koyar dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız değil mi? Üstelik bu bizim en temel çocukluk hakkımız değil midir? Ben adımı annemin ve babamın sıcak sesinden anımsamak hakkına sahibim.

Kumrunun yavrusuna ne isim koyduğunu hiç duyamadık ama hep yavrusuna sıcak, sevecen, tutku ve umut dolu seslendiğinin tanıklığını yaptık.

O kumru büyüdü ve uçtu.

Belki sizin pencerenize konmuş olabilir.

Bir bakın.

Eğer oysa, selam söyleyin! Olur mu?

Bir de öğrenebilirseniz, lütfen adını soruverin.

Haa şey, sizin adınız ne? Kim koydu sizin adınızı?


Kaynak gösterimi: Neydim, N., www.0-18.org, Sen Islık Çalmayı Bilir misin?

27 Kasım 2010 Cumartesi

Gülünden Sen Sorumlusun

Küçük Prens romanında (Exupery) kahramanımız Dünya’ya indiğinde bir tilkiyle karşılaşır. Tilki’ye “gel oynayalım!” diyen Küçük Prens’e Tilki, “beni evcilleştir!” der. “Evcil”in ne anlama geldiğini bilmeyen Küçük Prens’e Tilki, onun bağlar kurmak anlamına geldiğini anlatır.

Küçük Prens gene anlamamıştır.

İşte o zaman Tilki:

“Sözgelimi sen benim için yüz binlerce çocuktan birisin. Ne senin bana bir gereksinmen var ne de benim sana. Ben de senin için yüz binlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimize gereksinme duyarız. Sen benim için bir tane olursun ben de senin için.” der.

Ardından devam eder:

“… Beni bir evcilleştirirsen, hayatım günlük güneşlik oluverir. Öteki ayak seslerinden apayrı bir ayak sesi tanırım. O sesler korkuyla kovuğuma kaçırır beni, seninkiyse tatlı bir ezgi gibi yeraltından çağıracaktır. Bak, öteki buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın önemi yok benim için. Buğday tarlaları bana bir şey demiyor. Bu, çok acı, ama senin saçın altın renginde. Beni evcilleştirsen ne iyi olurdu, bir düşün! Altın rengindeki başaklar seni anımsatacaklar artık.”

Küçük Prens, Tilki’yi evcileştirmeye karar verir. Ama sabırlı olması gerekir. Tilki onu göz ucuyla süzecektir ama Küçük Prens hiç konuşmayacaktır.

“Sözcükler yanlış anlama kaynağıdır” der Tilki.

Tilki ile Küçük Prens bağlar kurarlar. Artık evcilleşme gerçekleşmiştir. Birbirleri için ayrı anlamları vardır. Birini diğerine anımsatacak anıları, imgeleri vardır.

Ve sonunda oyun bitip ayrılık saati geldiğinde Tilki ağlamaklı olur.

“Suç sende.” der Küçük Prens, “sana kötülük yapmayı düşünmemiştim. Kendin istedin evcilleşmeyi. Ve de bundan bir kazancın olmadı.”.

“Oldu” der Tilki, yukarda değindiğimiz gibi “başak tarlaları meselesi”. İşte bu onun artık yeterince anı ve anlam biriktirdiğini anlatır.

Ayrılmadan önce  Tilki Küçük Prens’e,

“Git bir daha bak güllere. Seninkinin eşsiz olduğunu anlayacaksın” der.

Güllere bakmaya giden Küçük Prens, onların kendi gülüne benzemediğini anlar. Onları farklı kılan özelliği şöyle anlatır;

“ Ne sizi evcilleştiren olmuş ne de siz kimseyi evcilleştirmişsiniz.
…Herhangi biri benim gülümün size benzediğini sansa bile o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur.
… Yakınmasına böbürlenmesine hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.”

Ve tilki son sırrını paylaşır Küçük Prensle:

“Gülünü bunca önemli kılan uğrunda harcadığın zamandır.”
“Evcilleştirdiğin şeyden her zaman sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun.”

Çocuklar, bizim çocuklarımız, bizi evcilleştiren, bizim evcilleştirdiğimiz çocuklarımız. Yaşamları süresince bağlar kurduğumuz ve “başak tarlaları meselesi” gibi anılar, imgeler, sevgiler, tutkular biriktirdiğimiz.

Onları bizim için önemli kılan uğurlarına harcadığımız zamandır. Ya da bir başka deyişle onları önemli kılmak gerek ve onlar için zaman ve emek harcamak gerek. Eğer ki onlar bizim gülümüzse, ve de onlar bizi, biz onları evcilleştirmişsek, onlardan her zaman biz sorumluyuz.

Güllerimizden biz sorumluyuz.

Eğer onlar bizim güllerimizse, onları dilediğimiz zaman koparıp atmaya, susuz, sevgisiz bırakmaya, görmezden gelmeye artık hakkımız yoktur.

Onları bizim gülümüz yapan, bizim bahçemizde olması değil, onlara harcadığımız emektir. Ve bu emek, zaten onların hak ettiğidir.

Aslolan bahçeye gül dikmek değil, gülle bağlar kurmak onunla evcilleşebilmektir.

Bağlar kurmak bağımlılıklar yaratmak da değildir. Onun özgürlüğü içinde  köprüleri oluşturabilmek demektir.

Tilkinin sözleriyle;

“Evcilleştirdiğin  şeyden her zaman sen sorumlusun”

“GÜLÜNDEN SEN SORUMLUSUN”


Kaynak gösterimi: Neydim, N., www.0-18.org, Sen Islık Çalmayı Bilir misin?

10 Kasım 2010 Çarşamba

Çocuk (2)

Çocuklar, bizim belki de içinde artık yer alamıyacağımız bir zamana gönderdiğimiz canlı elçilerdir. Biyolojik açıdan kendisini yenilemek gerektiğini unutan bir kültür düşünülemez.

"Çocuk" denince, genelde 0-7 yaş arasindaki insan yavrusunu tanımlamış oluruz. Bu kategoride "Çocuk" bakıma, eğitilmeye ve korunmaya ihtiyaç duyar. Ama asıl "çocuk" kavramı Rönesans'la birlikte kullanılmaya başlanmıştır. Çocukluk düşüncesi Rönesans'ın en büyük buluşlarından biridir, belki de en insanca olanıdır.

Bilimle, ulus devletle ve dinsel özgürlükle birlikte "çocukluk", sosyal bir yapı ve psikolojik bir varlık olarak 16. yy. da ortaya konmuş ve günümüze değin gelişme göstermiştir.  Ancak matbaanın icadıyla birlikte  bugün anladığımız anlamda kullanılan çocukluk kavramı kendini yok eden bir süreci de birlikte yaşamaktadır.  Yeni toplumsal yapının gereksindiği eğitim anlayışının yarattığı ve geliştirdiği çocukluk günümüzde yazılı ve görüntülü medyanın onu yok olmaya götürdüğü bir süreçle karşı karşıyadır.

Ortaçağ'da bütün yaş gruplarının bugün bizim anladığımız anlamda çocuksu bir davranış içerisinde olduğunu yazar eski kitaplar. Bunun nedeni, feodal ilişkilerin ve yaşam biçiminin çocuğu ve çocukluğu yetişkinler dünyasından henüz kesin çizgileriyle ayırmamış olmasıdır. Sözel iletişime dayanan bir dünyada çocukluk yedi yaşında sona eriyordu. Çünkü o yaştaki çocuk, söyleneni anlamaya ve kendini ifade etmeye başlıyordu. Bu da o yaştaki çocuğun sosyal hayata ve üretim sürecine katılabilmesi demekti.

Dinlerde de çocukluktan çıkış yedi yaş olarak belirlenir. Yedi yaşla çocukluktan çıkan insan, yetişkinler dünyasına katılır ve onun bir parçası olur. Feodal ilişkilerin yoğun olduğu dönem ya da ortamlarda çocuk, yedi yaşından sonra giysileri ve yaşama katılışıyla da yetişkinlerden farklı değildir.

Antik Çağda çocuk denildiğinde belli bir yaş ayrımının olmadığını biliyoruz. Ancak burada çocuk ayrımı köle çocuklarının öldürülmesi konusunda ortaya çıkar. Bu konuda ahlaki ve yasal bir sınırlanma yok. O dönemde efendiler büyüyünce kenti yakacak diye köle çocuğu öldürmeyi düşünürler, ama bebek olduğu için vazgeçerler. Ancak yedi- sekız yaşına gelmiş çocuklar bu hakka sahip değiller.

Çocukları eğitme ve disipline etme konusuna gelirsek, 18. yy. dan önce doğan çocukların büyük bir yüzdesinin, günümüz terminolojisine göre "dövülen çocuklar" olarak tanımlandığını görürüz. Ünlü araştırmacı D. Mause yüz nesil annenin pasıf anne olduğunu ve babaların çocuklarını anlama konusunda da hiçbir çaba sarfetmediğini anlatır. Platon da, Protogoras adlı eserinde itaatsiz çocukların tehditle veya sopayla doğru yola getirilmesini öğütler. Platon, çocukların farklı yeteneklere sahip olduklarını, bu nedenle farklılıklarının dikkate alınarak eğitilmeleri gerektığını savunur.

18. yüzyıla kadar dünyaya gelen çocuklara çok iyi davranılmadığı ya da bugün bizim gerçekleşmesini istediğimiz anlamda davranılmadığı bir gerçek. Peki ama 18. yüzyıldan sonra çocuklara nasıl davranılmış.

Ona da gelecek yazılarımızda değinelim. Ama o yazılara bir geçiş bir köprü olması dileğiyle sizlerle Lübnan’lı ünlü şair Halil Cibran’ın şiirini paylaşıyorum. Belki yine ve yeniden çocuğun bizim için taşıdığı anlamı düşünürüz.

Çocuklar
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.



www.0-18.org

26 Ekim 2010 Salı

ÇOCUK (1)

Çocuk bizim neyimiz olur?
Yoksa “kimimiz olur?”diye mi sormalıyım?
Ya da “çocuk” kendi başına kendisi olarak nedir? Kimdir?
Hiç düşündük mü bunları?
“Ne gerek var ki düşünmeye?” mi diyorsunuz?
“Ne anlamı var bu soruların?” mı diyorsunuz?

Şunlar hiç aklımızdan geçmiş midir? Ya da bu cümlelere hiç tanık oldunuz mu?
Çocuk bizim canımızdır.
Çocuk bizim ciğerimizdir.
Çocuk bizim eğlencemizdir.
Çocuk bizim neşemizdir
Çocuk bizim hayatımızın anlamıdır.
Çocuk bizim yavrumuzdur.
Çocuk bizim evladımızdır.
Çocuk bizim geleceğimizdir.
Çocuk bizim umudumuzdur.
Çocuk bizim bakıcımızdır.
Çocuk bizim dert ortağımızdır.
Çocuk bizim işçimizdir.
Çocuk bizim soyumuzun devamıdır.
Çocuk bizim mirasçımızdır.
Çocuk bizim yapamadıklarımızı yapacak olandır.
Çocuk bizim sermayemizdir.
Çocuk bizim malımızdır.
Çocuk bizim felaketimizdir.
Çocuk bizim selametimizdir.
Çocuk bizim tetikçimizdir.
Çocuk bizim kurbanımızdır.
Çocuk bizim başımızın belasıdır.
Çocuk bizim hayatımızın engelidir.
Çocuk bizim hayatımızın dengesidir.

O benim çocuğum severim.
O benim çocuğum döverim.
O benim çocuğum keserim.
O benim çocuğum satarım.
O benim çocuğum atarım.
O benim çocuğum “canımın istediğini” yaparım.

Ne dersiniz? Bu sorulara yanıt vermeyi ister misiniz? Sonra da “Çocuk” kavramı üzerine sohbete devam ederiz.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Bugün “Çocuk Günü”ymüş

Komşumuz Fadime Teyze torununu:

“Ballı Pazar yoğurdu
Seni kimler doğurdu
Tekke’de leylek
Çatalyol’da örnek
Yavrum benim”,

diye severdi.
 
Bugün “Çocuk Günü”ymüş. Çocuğa bir gün mü olurmuş? Çocuğa hayat verilir.  Ne diyor Fadime Teyze, “Ballı Pazar yoğurdu”. Onu kendisi için en değerli nesneyle tanımlıyor. Hem değeri, hem yararlılığı, hem de tadı olan bir nesne. Feodalite bir değer tanımlaması yaptığında o tanımlamayı çoğu zaman kendisi için yaşamsal bir değerle karşılaştırır. “Ciğerimin köşesi” der. “Ciğerparem” der. “Gözümün nuru” der.

Fadime Teyzem “Seni kimler doğurdu” derken de ona hayat veren anneyi de önemser ve bir değer olarak yaşamın içindeki yerini belirler.

“Tekke’de leylek/ Çatalyol’da örnek”

Tekke, benim memleketimde (Ödemiş/İzmir) önemli bir mekandır ve aynı zamanda yerleşim yerini (mahalle) tanımlar. İşte orada sadece yazdan yaza gelip yuva kuran leylek ne denli benzersiz ise (mekan ve leylek eşleşmesi) onun torununu da o denli benzersiz yapar.

“Çatalyol’da örnek/Yavrum benim”, işte sonunda hedefine ulaşıyor. Bütün bu tanımlamalar onu, torununa, çok sevdiği çocuğa götürüyor ve söylemek istediğinin alt yapısını böylece oluşturmuş oluyor.
                                                                 
Siz çocuğunuzu nasıl seversiniz? Sever misiniz? Ona duyduğunuz sevgiyi koşula bağlar mısınız? Ona “eğer şunu yaparsan, seni severim” diye koşullar koyar mısınız? Yoksa onu o çocuğu, sizin çocuğunuzu, salt sizin çocuğunuz olduğu için mi seversiniz?

Siz başka çocukları sever misiniz? Onları salt çocuk oldukları için, salt  hiç hesapsız dünyaya geldikleri için, rengi, dili, dini, görüntüsü, sağlıklı olması olmaması, kısalığı, uzunluğu; akıllılığı, saflığını hiç ama hiç önemsemeden bütün başka çocukları sever misiniz?

İşte buna evet derseniz, siz de ne güzel olursunuz biliyor musunuz?

Biz de bütün bu güzelleri sevmekten nasıl mutlu oluruz biliyor musunuz?

Bugün  “Çocuk Günü”ymüş.

Hadi canım!

Çocuğa her gün bayram!...

Merhaba

27 Eylül 2010 Pazartesi

Sen Islık Çalmayı Bilir Misin?

Yıllar öncesi, ama daha dün gibi. Bir arkadaşım vardı, adı Ahmet. Evlerimiz karşı karşıya olsa da  yakın değildi. Epey uzaktı.

Ahmet hem okul arkadaşımdı hem de mahalle arkadaşım. Dahası can arkadaşımdı. Sırdaşımdı. Dostumdu. Paydaşımdı.

Onunla ıslıkla haberleşirdik. Eve gelen hemen ıslık çalar ve ıslığın tonu o günün nasıl geçtiğini anlatırdı. Önemli bir şey varsa mutlaka bir araya gelir paylaşırdık. Öyle zırt pırt dışarı çıkmasına izin vermezdi babası. Bu nedenle ıslık çalmak çok işimize yarardı. Kendimize bir dil oluşturmuştuk.

 Ahmet bütün ders notlarını çok güzel tutardı. Kitaplarını hiç eskitmezdi. Benim bir üst sınıfımda olduğu için onları bana verirdi. Ben de onlar için para harcamadığım gibi tutulan notları çalışarak kendimi daha güvende hissederdim.

Babası Ahmet’in okumasını istemezdi. Onu iki yıl okula göndermemiş, tarlada çalıştırmıştı. Ahmet, üçüncü yıl ne yapıp edip okula kaydını yaptırdı. Bunun için çok dayak yedi babasından, ama direndi. Sonunda kazanan o oldu. Üniversiteye girdi ve dört yıl sonunda okulu başarıyla bitirdi. Bu süre boyunca babası yine onu hiç desteklemedi. Okulunu hiç önemsemedi. Onu hiç önemsemedi. Ya da öyle  davrandı.

Bir sabah Ahmet, tüm bu engellere karşı kazandığı zaferini taçlandıracak şey olan diplomasını almak için hazırlık yapıyordu. Duş almak için banyoya girdi. Ayağı kaydı ve başını  küvetin kenarına çarptı…

Babası, o günden beri elinde Ahmet’in resmi önüne gelene onu anlatır. Annesi de beni her gördüğünde  “yavruuum Ahmet’im gelmiş!” diye dizlerine vurur.

Ahmet,i hiç unutmadım. Dostluğunu, özverisini, paylaşımcılığını, zorluklara direnme hırsını ve gücünü. O son anına kadar yaşamın içinde olan ona sıkı sıkıya tutunan biriydi.

Hep bir şeyleri aşma tutkusu vardı içinde. Babasının ceza diye gönderdiği tarlaya koşarak giderdi. Bu koşma becerisi ona 10.000 metre birinciliği getirmişti.

Türk filmlerinin jönlerini çok iyi taklit ederdi.  O zamanlar jöle yoktu. Saçlarımıza limon sürerdik.
İşte o saçlar artık beyazlaştı. Büyüdük…

Ama Ahmet hiç büyümedi. O sevimli yüzüyle anılarımda.

Onu anlatan bir şiir yazmıştım. Hatta bu şiirin ismini de kitabıma koymuştum.


SEN ISLIK ÇALMAYI BİLİR MİSİN?

Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş?
Hani paroladır
Arkadaşını çağırırken
Zili çalmak yerine
Islık çalarsın

Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş?
Yalnızlığını unutturan
Şarkılar söylersin
Kimi hüzünlü
Kimi neşeli

Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş
Korkularından kaçıp
Sığındığın limandır
Gece karanlığında
Issız sokaklarda

Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş
Çal öyleyse
Dostum gelmiş diyeyim
Yalnızlığım yok olsun
Korkularım bitsin
Güneş doğsun
Gece yüklü ıssız sokaklarıma

Evet. Sanırım bu şiirle süresini sizlerin belirleyeceği bir paylaşma sürecini başlatıyoruz. Ben sizlere, sizlerin olduğu  metinlerle seslenmek, uzaktan da olsa ıslık çalmak istiyorum. Belki birbirimize söyleyecek çok şeyimiz vardır.

“Sen ıslık çalmayı
Bilir misin arkadaş
Çal öyleyse
Dostum gelmiş diyeyim”

Merhaba!
Necdet Neydim