19 Aralık 2010 Pazar

Çocuk ve Düş

“Niye hep karşıma çıkıyorsun?”
Diye sordu çocuk.
“Çünkü senin
Geleceğini planlıyorum,”
Diye yanıtladı düş
“Bana sormadan olmaz
Dedi çocuk”

Düşlerin özgürce kurulduğu düşünülür çoğu zaman. Oysa öyle midir diye düşünmek gerekir. Düşlerimizi belirleyen biz miyizdir; yoksa onu oluştururken kullandığımız malzeme daha önceden elimize (elbette beynimize) verilmiş midir?

Anne karnında başlamaz mı düş kurma? Annenin sesi, babanın sesi, çevrenin sesi, o seslerin tonları, inişleri, çıkışları; sıcaklığı, soğukluğu; sertliği, yumuşaklığı bizi belirlemeye başlamaz mı?

Dünyaya çığlıklarla geliriz. Kendi sesimizi duymak bizi etkiler. Kendimizi fark ederiz. Bir tene dokunmayı, kendimizi beslemeyi, tat almayı, koklamayı, duymayı, dahası görmeyi öğreniriz.

Sesler, renkler, kokular, tatlar ve şeyler. Şeyler, dokunduklarımız mıdır? Renklerini ayırt edebildiklerimiz midir? Kokusunu hissedebildiklerimiz midir? Tadını alabildiklerimiz midir? Kendi evrenimizde duyduğumuz mudur? Yoksa bunların hepsi ve de hiçbiri midir?

Bir düşünün!

Bizi belirleyen, biçimlendiren her etki, bu duyuları hiç aksatmadan süreci götürüyor.

Görme, işitme, tatma, dokunma, koklama duyularını doyurmaya ya da onları uyarmaya dönük tüm koşullandırmalar, bilinçaltına doğallıkla yerleşip sonrasındaki tüm taleplerimizi belirleyen nedenleri oluşturuyor.

Modern araçları en uç özellikleriyle kullanırken acaba ilkelliğimizin de en uç noktasına mı ulaşıyoruz?

Şu anda dış dünyaya dönük tüm taleplerimiz içgüdüsel taleplere dönüşmedi mi?

Biz miyiz isteyen? Yoksa istettiriliyor muyuz?

Gerçekten hangisinin kararını biz verdik?

Reklamları izliyorum. Evrensel değerlerden öylesine güzel söz ediyorlar ki, kıskanıyorum. Belleğim mi yanılıyor bilmiyorum; ama onlar zaten bizim değil miydi? İyi de, şimdi niye başka şeylerle özdeşleşip bana geri dönüyorlar ki?

Biz onları nerede kaybettik?

Yoksa hiç sahip olmamış mıydık?

Çocuklarımızın özgürce düş kurabildikleri bir dünyayı düşleriz hep.
Peki, bunu gerçekleştirmek için onlara nasıl özgürce düş kurulabildiğini mi öğreteceğiz; yoksa bunu kendilerinin öğrenmelerine izin mi vereceğiz?

İyi de biz izin versek, başkaları izin verecek mi?

Düşünüyorum.

Düşünüyor

Düşün

Düş.


Kaynak gösterimi: Neydim, N., www.0-18.org, Sen Islık Çalmayı Bilir misin?

5 Aralık 2010 Pazar

Sizin Adınız Ne? Kim Koydu Bu Adı?

Bizim evin mutfak penceresi karşı komşunun mutfak penceresiyle birlikte onların banyo penceresine de bakar. Bu görüntüyü farklı ve ilginç kılan ise, banyo penceresinin boşluğuna  yıllardır yerleşik olan kumru yuvasıdır. Her iki üç ayda bir oraya kumru ailesi gelir, yumurtasını bırakır kuluçkaya yatar.

Bir keresinde eşimle birlikte  bu süreci izlemeye karar vermiştik. Yuvayı oluşturmaları, yumurtlama, kuluçka dönemi, yavrunun ortaya çıkışı, büyümesi ve uçmayı öğrenip yuvadan ayrılması.

İşte o sabahlardan bir sabahtı. Gözlerimizi dikmiş anne kumrunun göğsünün altındaki yumurtaya bakıyorduk.  Anne o gün yavrunun geleceğini anlamış bekliyordu. Minik yumurtadan tık tık seslerini duyar gibiydik.

O da ne?  Yavrunun gagası kabuktan sıyrılmış kendini gösterivermişti. Birkaç gaga darbesi ve yumurtanın kabuğunun tam kırılması ve merhaba yaşam!

Islak tüyler, çirkin sevimli bir görüntü, ilk gaga açış ve beslenme saati.

Şartlanmışlık mı? Annelik duygusu mu? Yaşamın sürmesi gerekliliği mi? Sevgi mi? Doğanın biçtiği sorumluluk duygusu mu? İçgüdü mü? Hepsi mi?

Anne günün belli saatlerinde geliyor ve yavrunun açtığı ağzına gagasını sokup kursağındaki tüm yiyeceği boşaltıyordu.

Beslenme, barınma, güvenlik…
Sevgi, ilgi, sıcaklık…
Var mıydı? Vardı.

Hadi yavruya bir isim koyalım. Koyalım da ne koyalım?
Gugukcuk, Bıdıkcık, necik?

İyi de biz niye isim koyuyoruz ki? Onun annesi babası yok mu? Onlar kumru ne anlar mı diyelim?

Hani hepiniz bilirsiniz yaşarsınız. Aileler çocuklarına isim koyarlar ama genellikle o isimle hiç hitap etmezler. Yavrusu, canısı, bebeğim, çiçeğim, aslanım, koçum, prensesim, meleğim, bir tanem, nar tanem, gözümün nuru, canımın içi, civcivim, kartalım yanında isimler kısalarak yapılan seslenişler de bizi kuşatır:

Neco, selo, fato, neloş, meloş, mumu, mimi, mini, leyloş nufusta yazmayan ama yaşamımızı kaplayan isimlerdendir.

Kimin ismi, konulduğu amacı simgeler ki?
“Adın ne? demişler.
- Mülayim.
- Sert olsa ne yazar.” derler.

Anlamı mı önemlidir; yoksa o isimle bize seslenen sevdiklerimizin ona yükledikleri anlam mı?

O zaman ismin anlamından çok ona yüklenen anlamlar önemlidir diyebilir miyiz? O zaman bize ancak sevdiklerimiz isim koyar dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız değil mi? Üstelik bu bizim en temel çocukluk hakkımız değil midir? Ben adımı annemin ve babamın sıcak sesinden anımsamak hakkına sahibim.

Kumrunun yavrusuna ne isim koyduğunu hiç duyamadık ama hep yavrusuna sıcak, sevecen, tutku ve umut dolu seslendiğinin tanıklığını yaptık.

O kumru büyüdü ve uçtu.

Belki sizin pencerenize konmuş olabilir.

Bir bakın.

Eğer oysa, selam söyleyin! Olur mu?

Bir de öğrenebilirseniz, lütfen adını soruverin.

Haa şey, sizin adınız ne? Kim koydu sizin adınızı?


Kaynak gösterimi: Neydim, N., www.0-18.org, Sen Islık Çalmayı Bilir misin?