27 Kasım 2010 Cumartesi

Gülünden Sen Sorumlusun

Küçük Prens romanında (Exupery) kahramanımız Dünya’ya indiğinde bir tilkiyle karşılaşır. Tilki’ye “gel oynayalım!” diyen Küçük Prens’e Tilki, “beni evcilleştir!” der. “Evcil”in ne anlama geldiğini bilmeyen Küçük Prens’e Tilki, onun bağlar kurmak anlamına geldiğini anlatır.

Küçük Prens gene anlamamıştır.

İşte o zaman Tilki:

“Sözgelimi sen benim için yüz binlerce çocuktan birisin. Ne senin bana bir gereksinmen var ne de benim sana. Ben de senin için yüz binlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimize gereksinme duyarız. Sen benim için bir tane olursun ben de senin için.” der.

Ardından devam eder:

“… Beni bir evcilleştirirsen, hayatım günlük güneşlik oluverir. Öteki ayak seslerinden apayrı bir ayak sesi tanırım. O sesler korkuyla kovuğuma kaçırır beni, seninkiyse tatlı bir ezgi gibi yeraltından çağıracaktır. Bak, öteki buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın önemi yok benim için. Buğday tarlaları bana bir şey demiyor. Bu, çok acı, ama senin saçın altın renginde. Beni evcilleştirsen ne iyi olurdu, bir düşün! Altın rengindeki başaklar seni anımsatacaklar artık.”

Küçük Prens, Tilki’yi evcileştirmeye karar verir. Ama sabırlı olması gerekir. Tilki onu göz ucuyla süzecektir ama Küçük Prens hiç konuşmayacaktır.

“Sözcükler yanlış anlama kaynağıdır” der Tilki.

Tilki ile Küçük Prens bağlar kurarlar. Artık evcilleşme gerçekleşmiştir. Birbirleri için ayrı anlamları vardır. Birini diğerine anımsatacak anıları, imgeleri vardır.

Ve sonunda oyun bitip ayrılık saati geldiğinde Tilki ağlamaklı olur.

“Suç sende.” der Küçük Prens, “sana kötülük yapmayı düşünmemiştim. Kendin istedin evcilleşmeyi. Ve de bundan bir kazancın olmadı.”.

“Oldu” der Tilki, yukarda değindiğimiz gibi “başak tarlaları meselesi”. İşte bu onun artık yeterince anı ve anlam biriktirdiğini anlatır.

Ayrılmadan önce  Tilki Küçük Prens’e,

“Git bir daha bak güllere. Seninkinin eşsiz olduğunu anlayacaksın” der.

Güllere bakmaya giden Küçük Prens, onların kendi gülüne benzemediğini anlar. Onları farklı kılan özelliği şöyle anlatır;

“ Ne sizi evcilleştiren olmuş ne de siz kimseyi evcilleştirmişsiniz.
…Herhangi biri benim gülümün size benzediğini sansa bile o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur.
… Yakınmasına böbürlenmesine hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.”

Ve tilki son sırrını paylaşır Küçük Prensle:

“Gülünü bunca önemli kılan uğrunda harcadığın zamandır.”
“Evcilleştirdiğin şeyden her zaman sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun.”

Çocuklar, bizim çocuklarımız, bizi evcilleştiren, bizim evcilleştirdiğimiz çocuklarımız. Yaşamları süresince bağlar kurduğumuz ve “başak tarlaları meselesi” gibi anılar, imgeler, sevgiler, tutkular biriktirdiğimiz.

Onları bizim için önemli kılan uğurlarına harcadığımız zamandır. Ya da bir başka deyişle onları önemli kılmak gerek ve onlar için zaman ve emek harcamak gerek. Eğer ki onlar bizim gülümüzse, ve de onlar bizi, biz onları evcilleştirmişsek, onlardan her zaman biz sorumluyuz.

Güllerimizden biz sorumluyuz.

Eğer onlar bizim güllerimizse, onları dilediğimiz zaman koparıp atmaya, susuz, sevgisiz bırakmaya, görmezden gelmeye artık hakkımız yoktur.

Onları bizim gülümüz yapan, bizim bahçemizde olması değil, onlara harcadığımız emektir. Ve bu emek, zaten onların hak ettiğidir.

Aslolan bahçeye gül dikmek değil, gülle bağlar kurmak onunla evcilleşebilmektir.

Bağlar kurmak bağımlılıklar yaratmak da değildir. Onun özgürlüğü içinde  köprüleri oluşturabilmek demektir.

Tilkinin sözleriyle;

“Evcilleştirdiğin  şeyden her zaman sen sorumlusun”

“GÜLÜNDEN SEN SORUMLUSUN”


Kaynak gösterimi: Neydim, N., www.0-18.org, Sen Islık Çalmayı Bilir misin?

10 Kasım 2010 Çarşamba

Çocuk (2)

Çocuklar, bizim belki de içinde artık yer alamıyacağımız bir zamana gönderdiğimiz canlı elçilerdir. Biyolojik açıdan kendisini yenilemek gerektiğini unutan bir kültür düşünülemez.

"Çocuk" denince, genelde 0-7 yaş arasindaki insan yavrusunu tanımlamış oluruz. Bu kategoride "Çocuk" bakıma, eğitilmeye ve korunmaya ihtiyaç duyar. Ama asıl "çocuk" kavramı Rönesans'la birlikte kullanılmaya başlanmıştır. Çocukluk düşüncesi Rönesans'ın en büyük buluşlarından biridir, belki de en insanca olanıdır.

Bilimle, ulus devletle ve dinsel özgürlükle birlikte "çocukluk", sosyal bir yapı ve psikolojik bir varlık olarak 16. yy. da ortaya konmuş ve günümüze değin gelişme göstermiştir.  Ancak matbaanın icadıyla birlikte  bugün anladığımız anlamda kullanılan çocukluk kavramı kendini yok eden bir süreci de birlikte yaşamaktadır.  Yeni toplumsal yapının gereksindiği eğitim anlayışının yarattığı ve geliştirdiği çocukluk günümüzde yazılı ve görüntülü medyanın onu yok olmaya götürdüğü bir süreçle karşı karşıyadır.

Ortaçağ'da bütün yaş gruplarının bugün bizim anladığımız anlamda çocuksu bir davranış içerisinde olduğunu yazar eski kitaplar. Bunun nedeni, feodal ilişkilerin ve yaşam biçiminin çocuğu ve çocukluğu yetişkinler dünyasından henüz kesin çizgileriyle ayırmamış olmasıdır. Sözel iletişime dayanan bir dünyada çocukluk yedi yaşında sona eriyordu. Çünkü o yaştaki çocuk, söyleneni anlamaya ve kendini ifade etmeye başlıyordu. Bu da o yaştaki çocuğun sosyal hayata ve üretim sürecine katılabilmesi demekti.

Dinlerde de çocukluktan çıkış yedi yaş olarak belirlenir. Yedi yaşla çocukluktan çıkan insan, yetişkinler dünyasına katılır ve onun bir parçası olur. Feodal ilişkilerin yoğun olduğu dönem ya da ortamlarda çocuk, yedi yaşından sonra giysileri ve yaşama katılışıyla da yetişkinlerden farklı değildir.

Antik Çağda çocuk denildiğinde belli bir yaş ayrımının olmadığını biliyoruz. Ancak burada çocuk ayrımı köle çocuklarının öldürülmesi konusunda ortaya çıkar. Bu konuda ahlaki ve yasal bir sınırlanma yok. O dönemde efendiler büyüyünce kenti yakacak diye köle çocuğu öldürmeyi düşünürler, ama bebek olduğu için vazgeçerler. Ancak yedi- sekız yaşına gelmiş çocuklar bu hakka sahip değiller.

Çocukları eğitme ve disipline etme konusuna gelirsek, 18. yy. dan önce doğan çocukların büyük bir yüzdesinin, günümüz terminolojisine göre "dövülen çocuklar" olarak tanımlandığını görürüz. Ünlü araştırmacı D. Mause yüz nesil annenin pasıf anne olduğunu ve babaların çocuklarını anlama konusunda da hiçbir çaba sarfetmediğini anlatır. Platon da, Protogoras adlı eserinde itaatsiz çocukların tehditle veya sopayla doğru yola getirilmesini öğütler. Platon, çocukların farklı yeteneklere sahip olduklarını, bu nedenle farklılıklarının dikkate alınarak eğitilmeleri gerektığını savunur.

18. yüzyıla kadar dünyaya gelen çocuklara çok iyi davranılmadığı ya da bugün bizim gerçekleşmesini istediğimiz anlamda davranılmadığı bir gerçek. Peki ama 18. yüzyıldan sonra çocuklara nasıl davranılmış.

Ona da gelecek yazılarımızda değinelim. Ama o yazılara bir geçiş bir köprü olması dileğiyle sizlerle Lübnan’lı ünlü şair Halil Cibran’ın şiirini paylaşıyorum. Belki yine ve yeniden çocuğun bizim için taşıdığı anlamı düşünürüz.

Çocuklar
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.



www.0-18.org